
Ümran Avcı – Edebiyatımızın güçlü kalemlerinden Kemal Varol, son romanı “Onu Sevdiğim Zamanlar”da göçmenlik meselesine gerçekçi bir bakış atıyor. Paris’teki Geri Gönderme Merkezi’nde başlayan hikâye bizim topraklarımıza uzanıyor. Romanın ilk sahnesinde Geri Gönderme Merkezi Müdürü Eléonore, bilgisayar ekranından merkezin muhtelif yerlerini gösteren kamera görüntülerine bakıyor. Mekânın soğuk atmosferinde ülkelerine geri gönderilme endişesiyle duvar dibine çökenleri, volta atanları, ibadet edenleri izliyor. O sırada saçı sakalı birbirine karışmış bir adamı sol eliyle göğün saydam boşluğuna yazı yazarken görüyor. Hiç konuşmadığı için Suskun-84 adı verilen göçmen ile Eléonore’un hikâyesi böyle başlıyor. “Onu Sevdiğim Zamanlar”, bir yanıyla kırık dökük bir aşk, diğer yanıyla yersiz yurtsuzların, ‘dünya artıkları’nın, göçmenlerin, kendilerini suskunluğa hapsetmişlerin öyküsü.
■ “Onu Sevdiğim Zamanlar”da, “Dünya çoktandır tuhaf, eksik, mesafeli bir yere dönüşmüştü” diyorsunuz. Hikâye eliyle dünyanın unuttuklarını, dışladıklarını kucaklamış gibisiniz.
Herkes fiziken veya ruhen hareket hâlinde. Hepimiz sanki burada, bu zamanda değil, hep başka yerdeyiz. Gidiyoruz ama bu sefer de gittiğimiz yerde istenmiyoruz. Sadece ev sahipleri değil, göçmenin bile göçmeni istemediği bir zamanda yaşıyoruz. Epeydir yurt meselesiyle ilgili düşünüyorum. Yurdumuz neresidir? Nefes aldığımız, yaşadığımız yer mi, yoksa hayallerimizin olduğu yer mi? Ben şuna inanıyorum: İnsanın yurdu vicdanıdır. “Onu Sevdiğim Zamanlar”, adından, çerçeve hikâyesinden başlayarak görünürde bir aşk romanı zannı doğuruyor. Ama bana kalırsa bu kitap bir vicdan romanı. Vatanını, geçmişini, ailesini, dilini, hatıralarını, nihayetinde geleceğini bile kaybetmiş, dışlanmış, kucak açılmamış, bir yerden başka bir yere sürülmüşlerin romanı. Dünyanın unuttuklarına kucak açmaktan ziyade, ötekinin yaralarını anlama, onun yarasını sararken kendi yaralarımızı sarma niyetiyle yola çıkan bir roman diyebiliriz kitabıma.
■ Geri Gönderme Merkezi’ndeki Suskun 84’ün işaret parmağıyla göğe bir şeyler yazma imgesi üzerine neler söylersiniz?
Romanı dikkatle okuyanlar, aslında bu göğe, boşluğa yazı yazma meselesinin kahramana devredilen bir acının, bir vasiyetin parçası olduğunu anlayacaklardır. Bu imgeyi Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı”ndan bağımsız düşünmedim elbette. Ama bir yandan da bu göğe yazı yazma meselesini bir çeşit Tanrı’ya mektup olarak düşünmüştüm başlarda. Göçmenler, kaçaklar, yerinden yurdundan edilenler dillerini de geride bırakırlar. Belki de bu yüzdendi roman kahramanımın dilsizliği. Sesini, hikâyesini kimsenin duymadığı, duymak istemediği, dışladığı göçmenlerin hikâyesini tanrıya anlatan bir kahraman. Öte yandan benim birçok romanımda olduğu gibi, “Onu Sevdiğim Zamanlar”da da suskun kahramanlara yer veriyorum. Romanın içindeki diğer romanın adı pekâlâ “Susanlar” da olabilirdi. Çünkü ben konuşanlardan ziyade susanların, içine atmışların, derdini anlatamayanların hikâyesine inanırım.
■ Atalardan devreden acılarla, geçmişle baş etmenin türlü yolları var elbette. Ancak Suskun-84 ve kardeşi dünyanın gamından edebiyata sığınıyor. Bu bölümlerde otobiyografik ögeler var mı?
Kısmen de olsa otobiyografik ögeler var elbette ama bu roman bir kurmaca. Ama öte yandan ben de tıpkı roman kahramanı gibi çok küçük yaşlarda kasaba kütüphanesini mesken tutmuş, o çatışmalı günlerde hayatta kalmak için edebiyata sığınmış, dünyayı edebiyatın penceresinden anlamaya çalışan biriyim. O zamanlar, tıpkı roman kahramanı gibi, başımı kitaplara gömersem bana bir şey olmayacağını, çevremde birer ikişer ölen yaşıtlarımın aksine hayatta kalacağımı, dışarıda kopan kıyameti duymayacağımı, sonsuza kadar bir hayaller dünyasında yaşayacağımı sanıyordum. Ama zaman geçtikçe gerçeğin hiç de böyle olmadığını, o zamanlar kapadığım gözlerimle kulaklarımın çok şey görüp işittiğini, ruhumun o zamanın acılarıyla kavrulduğunu ve bir gün, o zamanlar kopan fırtınayı, tanıklıklarımı, yaşanan acıları anlatmakla kendimi mükellef kıldığımı çok sonra anladım.
‘Bu çağda elimize sadece sanat kaldı’
■ Romandan yaptığım bir alıntı var; “Bazı kitaplardan yazarları kadar okurları da sorumluydu”. Bunu biraz açalım mı?
Bütün romanlarımı bile isteye boşluklarla örerim. Bunda hiç şüphesiz, okurun zekâsına saygı duymam gerektiği meselesi de vardır. O sebeple, bazı hikâyelerdeki o vicdani sorumluluğu, eksik gibi görünen kısımları okurun vicdanına bırakır, onu da kendi çabamın sorumluluğuna ortak ederim. Çünkü edebiyat bir ortaklıktır. Görüntüler, manipülasyonlar, post truth çağında bizi hakikate yaklaştıracak birkaç araçtan biri. Hakikatin bunca eğilip büküldüğü bu çağda elimizde sadece sanat kaldı sanki. Bizi ve dünyayı anlamamızı sağlayacak yegâne alan…
